Sûfîler, lâikler ve sanat ve edebîyat filân

Paul Surdulescu
Paul Surdelescu

Ahmet Fuat Köprülü’nün “Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar” adlı eserini kim tavsiye etmişti hatırlamıyorum.
Lise yıllarında haberdar olduğumda çok merak etmiştim. Piyasada yoktu.
Yana yakıla arayıp bulmak ve okumak nasip oldu.
Mutasavvıf ve edebiyat kavramlarıydı ilgimi çeken.

Resime, heykele, müziğe, sinema ve özellikle şiire düşkünlüğüm sebebiyle sert eleştirilere maruz kalıyor, din adına sanata saldıranların itibar gören zırvalarına karşı bir mesnet arıyordum.

“B” iş olmak bir yana, “günah ve hatta şirke” vardırılıyordu sanat ile iştigal etmek.
Şiir yalan ve günah, resim ve heykel şirk ve put.”
Sanat adına konuşanlar işi mübarek Kur’an’a dayandırıyor, “Şuara” suresindeki ayetleri de şiir karşıtlığına delil gösteriyorlardı.
Ve maalesef, halk nazarında da bu fikirler itibar görüyordu.

Yunus Emre’yi, Celalettin Rumi’yi, Hafız Şirazi’yi, Ferîdüddin Attâr’ı, Sadi’yi, Dede Efendi’yi nereye koyacaktım?
Her biri birer kıymetli “şair, düşünür ve aynı zamanda sûfîydi.
Buna rağmen bir kafa karışıklığı yaşanıyordu.

Necip Fazıl, Sezai Karakoç, Nuri Pakdil gibi üstadların edebiyatla ilgileniyor oluşları içime su serpiyordu elbette.
Onlar da, şiir, hikaye, roman, tiyatroyla hemhal, resim ve heykel ve hatta musiki sanatına uzak ve ketumdular.
Açıktan bir itirazları olmuyorsa da, ne önce, ne de sonra yüreklendirici sözler de etmediler.
Güzel ve plastik sanatlara yönelik bu ketumiyet hâlâ bozulmadığı gibi, kafa karışıklığı da son bulmuş değil.
Tasavvuf edebiyatı, tasavvuf müziği gibi adlandırmalar, şiir ve müziği ehven kılıyorsa da sorunu çözmüyor.
Oysa, türü, teması ne olursa olsun sanat sanattır.

Sanatın dini temalarla yapılanı “daha muteberdir” demek hakikati yansıtmaz.
Sanat eserini kıymetli kılan, türü ve teması değil, “sanatçının, eserlerine yansıyan ve müşahhaslaşan dehasıdır.
Batı’da, Rönesans ile dinin tahakkümünden çıkan, Kilise’nin dümen suyuna gitmekten kurtularak özgürleşen sanatçının, sekülerleşen sanatı daha aşkın ve güçlü olmadı.
Rönesans, Batı için bir “Yeniden doğuş” olsa da, doğrusu “yeni doğan bir şey de yoktu“.
Sanatçının handikaplarının sanatına dahli hariç.
Bizde Cumhuriyet ve sonrasını bir “Rönesans gibi” gören ve sanatı sekülerleştirenler için de geçerli bu durum.

Şiirin ve müziğin (musikinin) tasavvufî olanı ile olmayanı arasında “sanat” olarak fark yoktur.
Dadaloğlu ve Köroğlu’nun Koşma ve Koçaklamaları Tasavvuf edebiyatı’ndan, serbest şiir, aruz vezni ile yazılmış olanlarından daha kıymetsiz sayılamaz yahut tam tersi.

Rönesans’la Batı’da olduğu gibi, Cumhuriyet sonrası sanatçıların dümen suyu değişmiştir hepsi bu.
Kilise beslemesi birçok sanatçının, yeni bir “yağlı bir kapı” bulma kaygısıyla; elitlerin fikri, duygu ve beğenilerine göre sanat yaptığı gibi, bizdeki birçok sanatçının “yeni güce” biat’ı ve dümen suyuna gitmeleri, sanatlarını olduğundan daha kıymetli ve muteber kılmadığı gibi, “sanatın/sanatlarının içtenliğini ve hakikatini” ideolojik tavırlarıyla dinamitlemişlerdir.
Bu benim bir analizim.

Şiir ve müzik dışındaki sanatlar ne fazla ilgi görmüş ne terakki göstermiştir. Özellikle Resim ve Heykel sanatlarının esamisi okunmamaktadır. Bunun suçunu hem önceki, hem de sonraki dönemlerde itibar görenlerde aramak lâzım haylice.

Bugün, resim ve heykel sanatında bir gerilikten bahsetmek anlamsız ve acımasızca.
Resim ve Heykel öteden beri yapılageliyordu da, insanlarımız bu sanatlarda bir aşama mı kaydedemedi?’
Efendim?

Dünün düşünürlerinin handiyse hepsi “Mutasavvıf“, Divan edebiyatı şairlerinin neredeyse hepsi “Sûfi“.
Sözleri saray katında da, halk arasında da itibar görenler onlar.

Mübarek Kur’an’da, resim ve heykel ve hatta roman, tiyatro ve benzeri sanatlar için yasaklayıcı açık hükümler olmadığı halde, bunu dile getirmemiş, şiir ve musiki haricindeki sanatlara meyyal olmadıkları halde, leh ve aleyhte fikir beyanından da kaçınmışlar.
Bu tavırlarının sebebi tevatürlere itibar etmeleri mi, korkuları mı, erkin ve egemen beğeninin dümen suyuna gitmek midir bakmak lâzım.

Sanatın kategorize edilmesinde bir sıkıntı yok. Ancak, bir sanat türünün daha muteber gösterilmesi yanlış.
Bugün bu yanlışı Laikler de tersinden yapıyor. Kendi “ilerici” dünyalarına münasip görmedikleri sanatları ve sanatçıları görmezden geliyor, sanatlarını da sanattan saymıyorlar.
Sanat adına utanç verici.

Her şeye rağmen, âlicenap tavır bizim camiada görülüyor.
“Sanat, ilim ve estetik kadar gayb (ilham) işidir ve tam da bize göredir. İyi ve güzel olan nerede olursa olsun, kimden sadır olursa olsun, bizim kayıp kıymetimizdir.”

Dinimize, kitabımıza küfretmedikçe, Allah ve peygamberimize ve halkımıza saygısızlık etmedikçe sanatın her türü bizim için muteberdir.

Laiklerin yaptığı sanat bile.
: )
Vesselâm.

Bir cevap yazın